"Kadınların haklarını yerine getirme husûsunda Allâh'tan korkunuz! Zîrâ siz onları Allâh'ın bir emâneti olarak aldınız." Hz. Muhammed (SAV)
Türk toplumunda kadının, inanan ve inanmayan her birey için, dolaylı yahut doğrudan dine göre şekillendiğini bildiğimden konuya Hz. Muhammed’in bu sözü ile başlamak istedim. İnançlı olsun ya da olmasın, dünya üzerindeki bütün toplumlarda bugün kadına şiddet her geçen gün artmaktadır. Peki ya; biz, nüfusun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Türkiye için, kadına şiddet neden artarak ve cinayetler ile sonuçlanarak devam etmektedir?
“Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü, kadına yönelik şiddetin son 10 yılda 3 kat arttığına dikkat çekti.
…Kadın cinayetlerinde artış gösteren bir eğilim olduğuna işaret eden Güllü, buna bağlı olarak şiddet boyutunun yaralanmalardan ölüme doğru kaydığını vurguladı…”
Kadına Şiddet Oranı Ülkemizde Ve Dünyada Neden Artmaktadır?
Ülkemizde ve dünyada medeniyete doğru ilerlediğimizi tasavvur ettiğimiz şu günlerde, kadına şiddet (insana şiddet); gelişen ve değişen dünya düzeni ile artarak devam etmektedir. Konuyu kadın açısından temel başlıklar altında değerlendirdiğim bu deneme ancak yaşadıklarımızın bir kısmını aktarmaya yardımcı olacaktır ancak okuyan herkesin bir nebze de olsa empati yapabilmesini sağlayacağı konusunda tereddüt etmemekteyim.
Yaptığım araştırma ve gözlemlere göre kadına şiddet, öncelikle aile kavramının içinin boşaltılması ve kültür yozlaşması sebebiyle artmıştır. Aile kavramı ve aslında kültürümüz, gelişen teknoloji ve modernleşmeyle birlikte yeni nesillere yanlış aktarılmış belki de aktarılamamıştır. Basit bir muhakeme ile fark edilecektir ki, Türk toplumu artık insan ilişkilerini 80’li 90’lı yıllardaki hali ile sürdürememektedir. Eski dostluklar, komşuluklar, aile (geniş aile) bağları kalmamış, bunun yanında çekirdek aile içerisinde de belki 90’lı yıllar ve öncesinde yaşadığımız kültürden gelen saygı ve sevgi yitirilmiştir. İnsanlar bireyselleşmiş, başta sosyal medya üzerinden olmak üzere sanal olarak sosyalleşmeye meyil etmiş ve böylece gerçekte yalnız kalmışlardır. İnsanların yaşadığı bu sanal alem fanatikliğinin getirdiği yalnızlık, psikolojik rahatsızlıklarda ve akabinde kadına şiddette artışa yol açmıştır. Şiddetin en önemli sebebi insanın yalnızlığı, sevgisizliği ve neticede insan psikolojisinin uğradığı tahribattır.
Bunun yanı sıra kapitalizm çarklarının işleyişi hasebiyle yaşanan ekonomik sıkıntılar da insan psikolojisini bozmakla birlikte eğitimsizlik getirmiştir. Zaten kısıtlı imkanlar sebebiyle, önce eğitim hayatından vazgeçen insan, yeni dünya düzeni ile yalnızlık ve sevgisizlik duygusunu bastırdığı sosyal medya üzerinden, kolayca para kazanmaya endekslenmiştir. Bu platformlar üzerinden para kazanma hırsı da insanı; izlenme uğruna, toplumun örf ve adetine uymayan her türlü istismarcı, şiddet içerikli hal ve hareket içerisinde olmaya itmiştir.
Bunu müteakip ana akım medya patronları da, sosyal medya platformlarındaki içeriklere paralel olarak, her türlü insani duyguyu istismar eden televizyon içeriklerine ağırlık vermişlerdir. Kapitalist sistem sebebiyle hızla artan tüketim çılgınlığı, insani duygularımızı tükettiği gibi, hızlı tüketim hastalığına kapılmış bu insanların televizyon içeriklerini de hızlıca tüketmesine sebep olmuştur. Sonuç itibariyle, hızlı tüketim hastalığına kapılmış bu insanlara sunulacak yeni içerikler kalmamış ve öncelikle televizyon denilen akıllı kutu; insani duyguların istismar edildiği, her gün bir canın uğradığı fiziksel-psikolojik şiddetin sunulduğu ve hatta cinayetlerin çözümlendiği yani insanlık ayıplarının sıradanlaştırıldığı bir kaos makinesi haline gelmiştir.
Ana akım medya patronlarının en çok izlenen olmak için verdiği bu savaşlarda, temelde Türk toplumunun sahip olduğu kültür unutturulmuş ve bunun neticelerinden biri de “kadın” ve “aile” kavramlarının anlamlarını yitirmesi olmuştur. Ardı arkası kesilmeyen tüketim hırsı, verilen kapitalist savaş, sosyal medyanın yaygınlaşması, kopan aile ve komşuluk bağları bugün bizi depresyon ilaçlarını en çok kullanan ülkelerden biri haline getirmiştir. Dolayısıyla psikiyatrik ilaç kullanımında ilk sıralarda olan bir ülkede de, hayvana, çocuğa ve kadına şiddet her geçen gün artarak devam etmektedir.
Hayatın İçinde Kadın ve Şiddet
. Eğitim
Kadın, kapitalist sistemin ve yeni dünya düzeninin getirdiği birçok etkenle birlikte şiddete ve istismara uğrayan olmuş ve eğitim hayatında da arka plana atılmıştır. Türkiye’deki çocukların eğitim hayatlarına hiç başlayamamaları yahut eğitim hayatlarını yarım bırakmak zorunda kalmalarının en önemli sebebi; ne yazık ki, halen ekonomik imkansızlıklardır. Ekonomik sıkıntılar çeken ailelerde , eğitim hayatından ilk vazgeçilen ise kız çocuklarıdır. Dünyada ve ülkemizde kız çocuklarının eğitim konusunda erkek çocuklarına oranla dezavantajlı olduğunu gösteren haber başlıkları aşağıdadır:
“BM ve UNICEF: 131 milyon kız çocuğu okula gidemiyor.
…11 Ekim, Dünya Kız Çocukları Günü olarak kutlanıyor. BM ve UNICEF verilerine göre, dünyada 131 milyon kız çocuğu okula gidemiyor. 15-29 yaş arası genç kadınların iş ve eğitim fırsatlarından yararlanma olasılığı erkeklere göre 3 kat daha az. Çalışmayan ve okumayan genç kesimin yüzde 76'sını genç kadınlar oluşturuyor.”
“Genç kız geleceğini yazdığı mektupla kurtardı!
…Antalya'da ailesi tarafından okula gönderilmeyen ilköğretim 7. sınıf öğrencisi 15 yaşındaki Zuzan BAŞKURT' un kaderi, ailesinden habersiz okul müdürüne yazdığı mektupla değişti. Milli Eğitim Müdürlüğü'nün devreye girmesiyle tekrar okula dönen genç kız, gözyaşlarını tutamadı.”
Alıntıladığım son haber başlığında ismi geçen Zuzan Başkurt gibi ülkemizde, daha nice kız çocuğu eğitim hayatına devam etmekte sıkıntılar çekmektedir. Nihayetinde, kadın olmanın halen birçok alanda var olabilmenin karşısında bir dezavantaj olduğu ve kadının eğitim konusunda dahi sırf “kadın” olduğu için geride kaldığı, bu haber başlıklarında açıkça görülmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, kadının eğitimde geri bırakılması öncelikle insan haklarına ve Anayasaya aykırıdır.
AY.m.42: “Kimse, eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz.”
AİHS.m.26: “Her şahsın öğrenim hakkı vardır. Öğrenim hiç olmazsa ilk ve temel safhalarında parasızdır. İlköğretim mecburidir. Teknik ve mesleki öğretimden herkes istifade edebilmelidir. Yüksek öğretim, liyakatlerine göre herkese tam eşitlikle açık olmalıdır.”
Ülkemizde kadının eğitim hakkından geri bırakılmasının başlıca sebeplerinden biri de; çocuk gelin vakıalarıdır. Genellikle kırsal kesimde yaşanan bu durum eski zamanlara oranla azalmakta olsa da halen devam etmektedir. Kız çocuklarının kırsal kesimlerde uygulanan töreler gereğince, “başlık parası” denilen bir ücret karşılığı, genellikle eğitimleri yarıda bıraktırılarak, aileleri tarafından evlendirildiği görülmektedir. Ekonomik olarak sıkıntı çeken aileler, dinin yanlış yorumlanması hasebiyle; genellikle kadına yüklenen “dini vecibelerin yerine getirilmesi” maksadından aldıkları icazet ile kızlarını “başlık parası” karşılığında, evliliğe zorlamaktadır. Burada eğitim hakkı engellenen kız çocuğu, öncelikle ailesi tarafından para karşılığında tabiri caizse satılarak, psikolojik şiddet görmüş, yok sayılmış olmaktadır. Ailesi tarafından yok sayılmış, kendisine seçme hakkı tanınmamış ve maddi karşılıkla evlendirilmiş bir insanın ise toplumda kendine yer bulması ve sosyal hayatına sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi ise mümkün değildir. Bu tür vakıalarda, bireyin onur ve haysiyeti bakımından, ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü sarihtir.
Bunu müteakip, kadının evlenirken de serbest iradesiyle karar vermemiş olması; insan haklarına aykırıdır: AİHS m.16/2: “Evlenme akdi ancak müstakbel eşlerin serbest ve tam rızasıyla yapılır.”
Bu bakımdan aile baskısıyla evlendirilen bir kadının serbest iradesinden söz etmek mümkün değildir. Hükmün lafzından “çocuk gelin” vakıasının insan haklarına aykırı olduğu anlaşılmaktadır. Hal böyleyken, kaba tabirle kendisini bir mal alır gibi satın alan eşten de kadına insani sınırlar içerisinde tavırlar sergilemesini beklemek güçtür. Kadın ailesi tarafından maruz bırakıldığı şiddete, kocası tarafından da kimi zaman daha yoğun şekilde (psikolojik, cinsel, ekonomik, fiziksel) maruz kalmaktadır. Eğitim alma hakkı ailesi tarafından engellenen kadın, çalışma icazetini de kocadan almayı beklediğinden, eğitim hayatında elde ettiği aynı sonucu, yani aynı psikolojik şiddeti genellikle kocasından da görerek, iş hayatına da başlayamamaktadır. Böylece eğitim almamış ve çalışmasına da izin verilmemiş kadınlar, eşlerine vermek zorunda kaldıkları bu imtiyazlar sebebiyle, evliliklerinde psikolojik şiddet görmeye mahkum olup kimisi bunun farkındalığıyla ezilmeye devam ederken, kimisi bunun “aile” olmak olduğunu düşünerek hayatlarına devam etmektedir. Ancak her iki grup kadın içerisinden şanslı olanları, gösterdikleri psikolojik şiddeti, fiziksel şiddet ile harmanlamayan eşlere sahip olanlarıdır.
Ayrıca belirtmek isterim ki, bu evliliklerden doğan çocuklar da, yok sayılmış ve psikolojik şiddeti kabul etmiş veya kabul etmeye zorlanmış bir anneye sahip olduğundan, bu annenin yetiştirdiği çocuklar da annenin travmalarını aktardığı çocuklar olarak; sağlıksız nesilleri oluşturmaktadırlar. Burada tabiri caizse, ” Köle bir annenin doğurduğu çocuk da köledir.” demek yerinde olacaktır.
Neticeten, kırsalda yaşayan ailelerde, aile içinde eğitim hakkının engellenmesiyle başlayan kadına şiddet, şehirlerde de iş ortamında, trafikte, okulda, bankada, markette... farklı şekillerde devam etmektedir.
. Ekonomi
Kadın öncelikle eğitim hakkının engellenmesiyle ekonomik olarak bağımlı hale gelmektedir. Bu bağımlılığın temelinde eğitimsizlik yatmakla birlikte eğitimli ya da eğitimsiz, ülkemizde, eşinin ya da ailesinin çalışmasına izin vermemesi sebebiyle çalışma hakkını kullanamayan sayısız kadın mevcuttur.
Genellikle kadın, ailedeki bir erkek gibi; yapmak istediği mesleği, çalışmak istediği işyerini serbest iradesiyle seçemez. Baba, abi ya da koca tarafından bir baskı görmesi söz konusu olur. Bu bağlamda, çalışma hakkını kullanması engellenen kadına, ekonomik şiddet uygulanmakta olup diğer taraftan, serbest iradesiyle karar vermesi de engellendiğinden, psikolojik şiddet de gösterilmiş olmaktadır. Kadın, hem ekonomik olarak muhtaç hale getirilmekte hem de psikolojik olarak kendisini eksik, yetersiz ve özgüvensiz hissetmesine sebebiyet verilmektedir. Bunun yanında, kadın çocuk doğurmak ve ona bakmakla “tek başına” yükümlüymüş gibi muamele gördüğünden; genellikle çalışması gereksiz bulunmaktadır. Yani kadın; işçi, işveren arkadaş, eş, sevgili olmaktan çok toplumda anne sıfatını haizdir. Bu yüzden de öncelikle kendisinden anne olması beklenmektedir. Topluma yerleşmiş bu düşünce de, kadını ekonomik anlamda muhtaç bırakmaya mahal veren ve ekonomik şiddetin kapısını aralayan türden olup değişmelidir.
Bireyin çalışma hakkını kullanmasının engellenmesinin Anayasaya ve insan haklarına da aykırı olduğunu belirtmekte fayda vardır. AİHS m.23/1: “Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, adil ve elverişli çalışma şartlarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır.” şeklinde olup açıkça çoğu kadının çalışma hakkını insana yaraşır şekilde kullanamadığı ortadadır.
Öte yandan, çalışma hakkını kullanabilen bir kadının da, ekonomik şiddete maruz kalmaksızın iş hayatında var olduğunu söylemek de doğru olmayacaktır. Kadın için; sahip olmak istediği meslek, seçeceği işyeri, iş arkadaşları ile iletişimi, aile içerisinde sorun olabileceği gibi; işe başladıktan sonra da kadın olduğu için layık görülmeyebileceği terfiler, teklif edilen düşük maaşlar, anne olma “sorunu” ekonomik ve psikolojik şiddet unsurları olarak baş göstermektedir. İş hayatına atılmış kadınlar için; kadın işyerinde de, “eve ait” ve “anne olması gereken” kavramları ile özdeşleştirilerek, kalıcı iş dinamiğine dahil edilmemesi gereken ve vazgeçilir görülmektedir. Bu durumun ekonomik olarak en iyi yansıması ise; kadının aynı iş gücüne sahip olduğu bir erkeğe oranla genelde daha az maaş almasıdır. Dolayısıyla, işyerinde de kadına ekonomik şiddet uygulanmış olmaktadır ve kadının ekonomik hayatında da, bir insanın onur ve haysiyetine suikast niteliğinde hareketlere maruz bırakıldığını söylemek yerinde olacaktır.
Bahsi geçen örneğe binaen, kadının sırf kadın olduğu için, aynı iş gücüne sahip iş arkadaşlarına göre daha az ücret almasının insan haklarına aykırı olduğunu belirtmekte fayda vardır. AİHS M.23/2: “Herkesin, hiçbir fark gözetilmeksizin, eşit iş karşılığında eşit ücrete hakkı vardır.” şeklinde olup günümüz modern dünyasında ne yazık ki eşitlikten söz etmek mümkün değildir.
Öte yandan, eğitim hayatını tamamlayamamış ve ailesi tarafından desteklenmemiş kadınların çok daha kötü şartlara sahip iş ortamlarında çalışmak durumunda kaldığına da değinmek isterim. Eğitim hayatındaki olumsuzlukların iş hayatındaki olumsuzlukları da beraberinde getirdiğini düşünürsek; eğitim hayatında desteklenmeyen kadın, kötü bir iş ortamında çalışmaya devam etmektedir. İçinde bulundukları bu ortamda da; psikolojik, ekonomik yahut cinsel şiddete daha sık maruz kalmaktadırlar. Öteki tarafta ise, eğitimli ve sağlıklı, “benlik” duygusuna sahip bir kadının çalıştığı iş ortamı çok daha farklı olup bu tarz olaylara maruz kalma oranı da daha düşüktür. Kaldı ki, bu nitelikleri haiz bir kadın, şiddete maruz kaldığında, gerekli tepkiyi vermeyi ve kendini korumayı, yok sayılarak büyütülmüş bir kadına göre çok daha iyi bilmektedir.
.Medya
Çocuklar Hemen Hemen Her Gün Televizyon İzliyor
TÜİK’in bültenine göre, Türkiye’de çocukların yüzde 92,5’i hemen hemen her gün televizyon izlerken, bu oran 6-10 yaş grubundaki çocuklarda yüzde 94,8 iken, 11-15 yaş grubundaki çocuklarda ise yüzde 90,2’dir. Haftada en az bir kere televizyon izleyen çocuk oranı ise yüzde 7,5’dir. Çocukların bilgisayar kullanmaya başladıkları ortalama yaş 8, internet kullanmaya başlama yaşı 9 ve cep telefonu kullanmaya başlama yaşı 10’dur. Kendi kullanımına ait bilgisayarı olan çocuk oranı yüzde 24,4 iken, cep telefonu olan çocuk oranı yüzde 13,1’dir. Danimarka, İtalya, Romanya ve İngiltere’de 2013 yılında yapılan araştırma sonuçlarına göre ortalama internet kullanmaya başlama yaşı 8, cep telefonuna sahip olma yaşı 9’dur. Bu ülkeler arasında en erken internet kullanmaya başlama yaşına Danimarka (7 yaş), en erken cep telefonuna sahip olma yaşına Danimarka ve Romanya (9 yaş) sahiptir.
Görüldüğü üzere dünya üzerinde, teknolojiye ve dolayısıyla medyaya ulaşım çok küçük yaşlardan itibaren başlamaktadır. Bu noktada, ülkemiz bakımından düşünülmesi gereken ise; televizyon yayınlarının, çocuklarımızın giriş yaptığı sosyal medyanın ve muhtelif oyunların içeriğidir. Bu platformlardaki içerikler gittikçe kültürümüze yabancılaşmış ve hatta yozlaşmıştır. Yayınların içeriği öncelikle kadının kültürümüzdeki yerini yanlış aksettiren, kadını aşağılayan, kadını saygıdeğer değil, ikinci sınıf gösteren cinstendir. Bu da demek oluyor ki, en çok televizyon izleyen genç kitle yani gelecek nesil, kadını uygunsuz televizyon dizileri ve programları içeriğinden mütevellit “cinsel obje”, “parayla satın alınabilinen” , “erkeklere hizmet etmesi gereken”, “yalnızca annelik vasfını haiz” olarak tanımaktadır. Örneğin, Osmanlı Devleti ile ilgili yayınlanan diziler ve oyunlar mevcuttur. Öncelikle dizilerin içeriği hepimizin bildiği üzere kültürümüzü yansıtmayıp kadının saygınlığını zedelemektedir. Bu içerikler hem tarihi yanlış aksettirmekte hem de kadını ikinci sınıf insan olarak göstermektedir. Bunun yanı sıra, benzer birçok yayın kadına şiddet uygulanması, kadının aldatılan taraf olmasının doğal karşılanması yani aslında erkeğin de çok eşli olmasının kabul edilebilir olması gibi aklın ve mantığın ışığından uzak içerikler barındırmakta ve o dizilerdeki karakterleri benimseyen genç kitleye yanlış örnek olmaktadır.
Yine tesadüfen karşılaştığım, sözüm ona Osmanlı Dönemi oyunun reklam içeriğinde; köle erkeğin evlenme teklifi ettiği kadının, erkeğin teklifini sırf fakir olduğu için reddettiği, sonrasında ekicilikle uğraşan erkeğin, zenginleşip etrafındaki “kadın”ların , sırf “para”sı olduğu için onunla evlenmek istediği ayrıca fakir olduğu için onu reddeden kadının kendisiyle evlenmesi için para kazanıp zengin olmuş köleye yalvardığı, video içerikleriyle anlatılmaktadır. Bu oyunu oynayacak çocukların bilinçaltına işleyecek olan; kadınların duygusal ilişkilerinde dahi maddiyata dayalı seçimler yaptıkları ve para ile elde edilebilir olduklarıdır. Toplumun ahlakına yakışmayan ve bağdaşmayan içerikteki bu oyunlar, bugün küçük bir erkek evladını bile annesine saygısızlık yapmaya teşvik etmektedir. O yaştaki bir çocuğun oynaması için geliştirilmiş bir oyunun, çocuğu ne kadar çok etkileyebildiğini, araştırmaya bile cevaz vermeksizin, toplum olarak yaşadıklarımızdan (mavi balina oyunu etkisiyle intihar eden onlarca çocuk) biliyoruz. Çocuk öncelikle en yakınındaki kadın olan annesine, genellikle babasına gösterdiği saygıyı göstermeyerek bu etkiyi daha küçük yaşlarda belli ediyor, sonrasında ise okul hayatında, iş hayatında, ikili ilişkilerinde kadına karşı içinde barındırmadığı saygıyı, şiddet olarak yansıtıyor.
NASIL YAKLAŞILMALI
1. Pozitif Ayrımcılık
Pozitif ayrımcılık; sosyal, ekonomik ve politik yaşamda kadınlar, engelliler gibi taşıdıkları özellikler nedeniyle dışlanmış kitlelerin, dışlanmışlıklarını azaltmak ve uzun vadede engellemek amacıyla ortaya konulan politika ve uygulamaları ifade eder. Son yıllarda pozitif ayrımcılık kavramı, anayasalarda ve yasalarda yer almaya başlamıştır. AB pozitif ayrımcılığı tüm dezavantajlı grupların eşitsizliklerini azaltacak politikalara dönüştürmüş ve bu konularda somut hedefler koymuştur. Türkiye de, dünyadaki bu gelişmelere paralel olarak, 2010 Anayasa değişikliği ile pozitif ayrımcılığı hukukumuza kazandırmıştır. Bu değişiklerle birlikte Anayasamızın 10.maddesi şöyle demektedir: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olamaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Kanunun kadınlar bakımından yorumu da şudur: siyaset veya iş alanında boş bir kadroya, istenen nitelikleri taşıyan taliplerden cinsiyeti nedeniyle kadın olanı seçmek gerekir. Bu; eğitim, donanım ve becerileri eşit olan kişilerden kadının tercih edilmesi anlamına gelir.
Son zamanlarda eşitliği sağlama yolunda yavaş da olsa bazı adımların atıldığı gözlemlenmektedir. Örneğin, Sermaye Piyasasının, Kurumsal Yönetim İlkelerin Belirlenmesine ve Uygulanmasına ilişkin 30 Kasım 2011 tarihli 57 Numaralı Tebliği ile halka açık şirketlerin yönetim kurullarında, en az bir kadın üye bulunması zorunluluğu getirilmiştir. Büyükşehir Belediye Kanunu’nda 2013’te yapılan bir değişiklikle, belediye görevlerine dezavantajlı gruplarla iş birliği yapma mecburiyeti eklenmiştir.
2.Cinsiyetçi Değil İnsancıl Yaklaşım
a. Aile Birliği İçinde
Biliyoruz ki, özellikle bizim toplumumuzda çocuğun büyüme ve gelişimi bakımından anne çok önemli bir etkiye sahiptir. Bu yüzden, öncelikle bir annenin hamilelik evresinden itibaren düşünceleri ve çocuğun dünyaya gelmesinden itibaren de çocuğunu yetiştirme tarzı çok önemlidir. Günümüzde hala, doğacak çocuğun erkek olması beklentisi devam etmektedir. Öncelikle kadın nazarında çocuğun erkek olmasının artı bir durum olduğu, kız olmasının ise bir eksiklik olduğu düşüncesinin yeri olmamalıdır. Çocuğa ise öncelikle kız ya da erkek olduğu değil, toplum için nasıl yararlı ve iyi bir insan olabileceği öğretilmelidir. Bu düşüncenin yerleşmesi bakımından, “anne”nin bu bilinci kazanması ve muhafaza etmesi zaruridir. Annenin, kız ya da erkek, evlatlarını bu düşünceyle yetiştirmesi; kız evladına pozitif ayrımcılık yapması, bunun yanı sıra da erkek evladına bir üstünlüğü olmadığını doğal olarak hissettirmesi gereklidir. Kadının bu düşünceyle yetiştirdiği erkek evladına bu düşünce aşılanmış olacağından ileri vadede çözüme ulaşılmış olur.
Esasen bizim toplumumuzda erkek doğumundan itibaren cinsiyeti ve cinselliği ile övünmesi gerektiğini düşünürken, kadın ise doğumundan itibaren cinsiyetinden ve özellikle ergenlik zamanlarında cinselliğinden utandırılmıştır. Örneğin; erkek çocuğunun bebekliğinden itibaren cinsel organını insanlara göstermesinin teşvik edilmesi ve bunun ona Allah tarafından bahşedilmiş bir üstünlük simgesiymiş gibi gösterilmesinin yanında, bir kız çocuğunun özellikle ergenlik dönemlerinde belirginleşen hatlarını gizlemek için neredeyse kambur olması kabul edilebilir bir durum değildir. Toplumdaki kadını ikinci sınıf görme durumunun, kadın için biçilen kalıpların, kadına nasıl olması gerektiğiyle alakalı verilen buyrukların, daha örneklendirilebilecek nicesinin son bulması yahut en azından azalması bakımından başta kadınlarımız kadın olmaktan memnun olmalıdır. Bu şekilde, aile yapısı içerisinde kadın artık yerilmez ve ikinci plana atılmaz, kadın olarak doğmak eksiklik gibi görülmez ise toplum değişebilir. Fikrimin gerekçesi çok açık olmakla birlikte, toplumun en küçük biriminin aile olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Dolayısıyla “Toplum ailenin değişmesi ile değişir.” demek isabetli olacaktır. Dünyayı değiştirmek istiyorsak; önce aileyi, sonra toplumu değiştirmeliyiz. Nihayetinde, amacımıza evrensel boyutta hizmet etmiş oluruz.
b. Toplum Bakımından
“Cinsiyetçi değil, insancıl yaklaşım!” deyişimiz, aileden sonra toplum içindeki bireylerin kadına davranışıyla kendini göstermelidir. Yani, bireyin kadına karşı herhangi bir konu üzerinden sadece “kadın” olması sebebiyle farklı davranmamasından, kadın ya da erkek herkesin eşit haklara sahip bireyler olduğunun farkındalığıyla hareket etmesinden bahsediyorum. Bu maalesef yalnızca erkekler tarafından kadına yöneltilen bir şiddet biçimi değil, kimi zaman da kadın tarafından kadına yöneltilen bir şiddet biçimidir. Erkek egemen bir toplumda olduğumuzdan mütevellit, kadın yalnızca “kadın” olduğundan; iş ortamında geri plana atılmak, iş hayatında veya sosyal hayatta erkekler kadar saygı görmemek, kimi zaman sosyal hayatta doğrudan pasif ve hatalı görülmek gibi, psikolojik, ekonomik ve fiziksel şiddet barındıran hareketlere maruz bırakılmaktadır.
Bugün trafiğe çıkan bir kadın şoför bile sırf kadın olduğu için küçümsenmektedir. Evet, zannımca kadınların bazı istisnaları dışında, genellikle trafikte özgüvensiz olduğu ve erkekler kadar iyi araba kullanamadıkları doğrudur. Peki, sebep nedir? Sebep yine toplum baskısıdır. Toplumda, kadının araba kullanmasının değil, tek başına trafiğe çıkmasının dahi, büyük bir cesaret olduğunu işleyen bir algı vardır. Bugün hala, bazı kadınlar tek başlarına araba kullanan arkadaşlarını tebrik etmekte ve aslında hem cinsini ve kendisini küçümsemektedir. Bu örnekle aktarmak istediğim; yalnızca hem cinslerimize kibar davrandığımızı düşündüğümüzde dahi, eril toplumun bizim zihnimizde meydana getirdiği tahribatı aynen karşımızdaki hem cinsimize aktardığımız, onun yapabileceklerini, başarısını sınırladığımızdır. Bugün hala kadın tek başına trafiğe çıkmaya cesaret edemiyor, trafiğe çıkanları ise yalnızca kadın olduklarından “yanlış, eksik ve başarısız” görülmekle psikolojik olarak mücadele etmeyi öğrendikten sonra kullandığı aracı kadın olarak değil, insan olarak kullanabiliyor. Belki, böylece hata yapmaktan korkmuyor ve takdir edersiniz ki hata yapma şansını kendine tanıdığı için iyi bir şoför olabiliyor.
Yine bu algının en büyük sebeplerinden biri de televizyon yayınlarıdır. Haberlerde verilen trafik kazalarında şoförden bahsedilirken; eğer dikkat edilirse, kadın şoför kaza yaptığında özellikle “kadın şoför” olarak alt yazı geçilmektedir ve algı oluşturulmaktadır. “Yine kadın şoför, yine kaza” algısı yaratmak, o kazayı yapmayan diğer kadın şoförlere bile, trafiğe çıktıklarında omuzlarında taşıması gereken psikolojik bir yük yüklemek anlamına gelmektedir.
Bahsettiğimiz örnekler, hemen her kadının başına gelenlerden yalnızca birkaçı olabilecek niteliğe sahiptir. Artık toplum olarak daha duyarlı olmamız gerektiği yadsınamaz bir gerçek olmakla birlikte bu doğrultuda hem eğitim hem ekonomi hem de iş hayatında, bireyde başlayan ve toplumda kendini gösterecek bilinç ile hareket edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, devletin televizyon yayınları, oyun içerikleri yahut sosyal medya içerikleri gibi daha sayabileceğimiz birçok alanı kontrol etmesi ile de hızlı yol alınabileceği tartışmasızdır. Bireyden başlayarak toplumun yapı taşı olan ailede kendini gösterecek olan bu farkındalık ve sonucundaki değişim sürecine devletin de dahil olması ile toplum nihai çözüme kavuşabilecektir. Temennimiz Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu bu devletin kadına, çocuğa ve hayvana karşı artan şiddete karşı gerekli platformlarda önlem alması ve insanlık ile bağdaşmayan bu olayların tez vakitte son bulmasıdır.
“İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki; bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki; bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?” M. Kemal ATATÜRK